Lozan’ı anarken
Dün Lozan
Konferansının 99. yılını kutladık. Önümüzdeki yıl Cumhuriyet’in 100. yılı
münasebetiyle iki kutlamayı bir arada yapacağız.
Çifte
kutlamanın başka iki nedeni daha var: Birincisi, Lozan hakkında Cumhuriyet
düşmanlarınca uydurulan ve merdiven altı öğretiyle saf insanların zihinlerine
mıh gibi çakılan yalanların miadı dolacağı için… İkincisi, yüz yıldır dışardan
ve içerden yapılan yıkıcılığa rağmen ayakta kaldığı ve son 20 yılın tahribatını
aşarak daha da güçleneceği için…
Lozan, iki
savaşın diplomatik boyutta hesaplaşmasıydı. İlki Birinci Dünya Savaşı’nda
mağlup olan Osmanlı’nın; diğeri Kurtuluş Savaşı’nı kazanan yeni Türk
devletinin… Masanın üstünde bir yanımızla zayıf diğer yanımızla kuvvetliydik.
Görevlendirilen heyetten beklenen açıktı: Bağımsızlığı
ve egemenliği sağlamak. Diğer adıyla Misakı Milliyi gerçekleştirmek…
Koşullar
ağırdı. On yıllık savaştan çıkılmıştı. Türk ordusunun gücü sınırına
yaklaşmıştı. Milletin dayanma gücü tükenmişti. Bir an önce barış yapmak, halkın
yaralarını sarmak en öncelikli görevdi… Ülkenin en gelişmiş bölgesi olan Ege, geri
çekilen Yunan ordusu artıklarınca yakılıp yıkılmıştı. Örneğin Salihli’de mevcut
8.000 evden sadece birkaç yüzü ayakta kalmıştı (H. Edib, Türk’ün Ateşle
İmtihanı, s. 236).
Sovyetler
dışında dış desteğimiz yoktu. Onların beklentisi de kendi çıkarlarıydı. Boğazlar
rejimiyle yakından ilgiliydiler. Hemen herkes karşımızdaydı. Görev zordu. İtilaf
devletleri gemileri İzmir’de, Boğazlar’da demirli; Yunan ordusu Meriç batısında
savaş hazırlığı içindeydi.
Diğer bir
zorluk da Büyük Millet Meclisi’ndeki havadan kaynaklıydı.
Özellikle 2.
Grup mensuplarının eleştirileri Musul konusunda yoğunlaşıyordu. Bir yıl önce
Türk Ordusunun taarruz gücü olmadığı için barış yapılmasını talep edenler, o
koşullarda Musul için savaş istiyorlardı! Heyet başkanı İnönü hedef tahtasıydı.
Bazı vekillerin tutumu, “tuhaf ve anlaşılmaz bir zihniyeti”
yansıtmaktaydı (A. Coşkun, Diplomat İnönü, s. 249)…
Esasen
Mustafa Kemal Paşa Musul’un alınması için öteden beri elinden geleni yapmaktaydı.
Henüz Yunan ordusu denize dökülmeden 7 Eylül 1922’de Musul’a taarruz hazırlığı
emri vermişti. Lozan Konferansı sürerken bölgeye kuvvet kaydırılmak istenmiş
ancak bir süredir bölgede görev yapan Özdemir Bey müfrezesiyle yetinilmişti. Bu
yetersiz kuvvet giriştiği askeri harekâtta başarı sağlayamadı, Revandiz’de
yenildi, Nisan 1923’te İran’a sığındı. İranlılar Mayıs ayında müfrezeyi
Türkiye’ye teslim etti (C. Erikan, Kurtuluş Savaşı Tarihi, s. 392:394).
Konferansta
çözüme bağlanamayan Musul meselesi Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Sorunu
kuvvet kullanarak çözebilecek askeri güç olmadığı gibi, savaşmanın doğru bir
yol olacağına inanılmıyordu. Zira Mustafa Kemal, savaş başlayınca nasıl biteceğini
kestiremiyordu. Bölge zaten lafzen Misakı Milli sınırları içinde, fiilen
dışındaydı.
Atatürk iki
nedenle Musul’u önemli ve değerli bulmaktaydı: Petrol ve Kürtlerin tamamının
Türkiye sınırları içinde kalması gerekliliği. Onların farklı ülkelere
bölünmesinden doğabilecek sorunları öngörmüştü (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt
14, s. 269). Sorunun çözümü için elinden geleni yaptı ama o koşullarda ötesi
mümkün değildi. Emperyalizm lehine olacak şekilde ulaşılan sonuç günümüzde
yaşanan bölgesel sorunların da kaynağını oluşturmaktadır. Bu konuyu ayrıca
yazacağım.
Boğazlar
konusunda tam egemenlik de ancak 1936 Montrö Sözleşmesiyle sağlanabildi.
Hatay’ın anavatana katılmasıyla Misakı Milli gerçekleştirilmiş oldu.
Türkiye için
konferansın başarı ölçütü, “bağımsızlığı ve egemenliği” tam olarak
sağlamış olmaktı. Zafer bu noktadadır.
Lozan’a, Montrö’ye
ve onun önemini uygarca bir duyuruyla gözler önüne seren ve bu nedenle
yargılanmakta olan saygın emekli amirallere; sığınmacı baskısı altında inim
inim inleyen başta Hatay olmak üzere ülkemize sahip çıkma zamanıdır! Evimizin
tapusuna sahip çıktığımız gibi…
Ahmet Yavuz,
25 Temmuz 2022
Yorumlar
Yorum Gönder