Kayıtlar

Ağustos, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Atatürk ve askerlik

  Atatürk ve askerlik Askerlik mesleği iki yanlıdır. Bir yanı bilimdir. Diğer yanı sanattır. Bilimsel boyutun altyapısı okullarda öğrenilir. Orada kalmaz zira mesleğe ilişkin her değişmeyi takip ve benimsemek, davranışa dönüştürmek hayat boyu devam etmek durumundadır. İşin sanat kısmının yeri ise arazidir, kıtadır, karşı karşıya kalınan durumlarda gizli olup muharebe sahasında test edilebilir. Muharebe sahası demek zorluk demektir; zorlukların üstesinden gelmek de akıl, sezgi ve metaneti gerekli kılar. Atatürk’ün askeri yaşamına baktığımızda ne görüyoruz? Bu sorunun cevabı açık ve basittir: Katıldığı muharebelerde takındığı tavır her şeyi açıklamaya yetmektedir. Bize düşen, onun hangi muharebede hangi belirleyici tutumları benimsediğini olaylar bazında incelemek ve onun bunları nasıl yapabildiğine odaklanmaktır. Biz de bu kısa yazıda, onun katıldığı, sevk ve idare ettiği çeşitli muharebelerdeki karar ve uygulamalarından yola çıkarak mesleki değerini okura yansıtmaya çalışacağız
  Çatışmadan kaçınmak Suriye ve Yunanistan, biri gerçek, diğeri potansiyel çatışma alanıdır. İlkinde gelinen noktaya AKP iktidarının tercih hatalarıyla gelindi. İkincisinde durum farklı olsa da siyasi iktidarın tercihleri etken olmuştur. Her iki soruna da değinmekle beraber iki soruya yanıt arayacağız: İktidarın bunlara çözüm üretme ihtimali var mıdır ? Ülkenin mevcut koşulları neyi zorunlu kılmaktadır? Suriye’den başlayalım… SURİYE’DE YENİ OPERASYON KONUSU Suriye’de iç savaşın başladığı günden itibaren Türkiye’nin takındığı tavır ulusal çıkarlarımıza aykırı olmuştur. Bu işe 11 Şubat 2011’den sonra başlanması da rastlantı değildir. O tarihte yapılan Balyoz tutuklamaları “askeri vesayeti” bitirmiş ve siyasi iktidara geniş bir alan açmıştır. Muhtemelen o tarihten itibaren MGK toplantılarında, “Suriye’de ABD ile birlikte rejim değişikliğine girişmek ülkenin çıkarına aykırıdır” vb. ifadeler kullanılamaz hale gelmiştir. Askeri vesayet neydi, neyi engelliyordu? Bunlar ayrı bire

Suriye’den çıkış stratejisi

  Suriye’den çıkış stratejisi Suriye’de mevcut durumun sürdürülebilmesi artık mümkün değildi. Görünen o ki AKP de yolun sonuna gelindiğinin bilincine vardı. Bir çıkış yolu aradığı anlaşılıyor. Kesin kararlı mı, değil mi? Bilinmiyor... Çözüm arayışının iki temel sebebi var: iç ve dış dinamiklerdeki gelişmeler. İlki hepimizin malumu. Ekonomik kriz ve sığınmacı karşıtlığının giderek yükseliyor olması. Azımsanmayacak bir kesimde ulusal kimliğin tehlikede olduğu, demografik yapının adeta ithal insanlarla dönüştürülmeye çalışıldığı kanaatinin genel kabul görmesi... Halkta oluşan duyarlılığı siyasi bir programa dönüştüren Zafer Partisi’nin anketlerde kendine yer edinmesi tesadüf değil. Bu gelişmeler herkesi yeniden konumlanmaya sevk etti. Cumhur İttifakı’ndaki arayışın bir yanında bu olgu var. İkincisi dış politika alanındaki gelişmelerden kaynaklı: Küresel güç ilişkileri farklılaşıyor. Bu nedenle  Erdoğan   -   Putin   ortaklığının boyutları bölgesel olmanın ötesine geçmiş vaziyett
  Sağım solum ezber Bir süredir Sultan 2. Abdülhamit hakkında yapılan tartışmalar ezber sığlığını gözler önüne seriyor. CB Erdoğan, bir süre önce, “ Abdülhamit’in bir karış toprak kaybetmediği ” savını ileri sürdü. Bu açıklamanın gerçekle bir ilgisi yoktu. Uzun bir tartışma yaşandı zira onun 33 yıl süren sultanlığı döneminde oldukça geniş vatan toprağı imparatorluk dışında kaldı. Yapılan karşıt açıklamaların Erdoğan’ı sorgusuz sualsiz dinleyenler açısından hiçbir etkisi olmadı zira o insanlara ulaşmadı. Ulaşsa da etkisi olmazdı. Einstein’ın dediği gibi önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan zordur. Yaşadığımız dönemin en belirgin vasıflarından biridir. Onların bu tercihi bizlerin ve ülkenin kaderi olmaktadır… Benim üzerinde durmak istediğim esas konu ise Abdülhamit’e yapılan eleştirilerin toprak kaybı üzerinden yapılması ve bunların belli ezberlere dayanmasıdır. İşin doğrusunu söylemek gerekirse, Abdülhamit’e yapılabilecek en son eleştiri konusu döneminde meydana gelen topr
  Lozan’ı anarken Dün Lozan Konferansının 99. yılını kutladık. Önümüzdeki yıl Cumhuriyet’in 100. yılı münasebetiyle iki kutlamayı bir arada yapacağız. Çifte kutlamanın başka iki nedeni daha var: Birincisi, Lozan hakkında Cumhuriyet düşmanlarınca uydurulan ve merdiven altı öğretiyle saf insanların zihinlerine mıh gibi çakılan yalanların miadı dolacağı için… İkincisi, yüz yıldır dışardan ve içerden yapılan yıkıcılığa rağmen ayakta kaldığı ve son 20 yılın tahribatını aşarak daha da güçleneceği için… Lozan, iki savaşın diplomatik boyutta hesaplaşmasıydı. İlki Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup olan Osmanlı’nın; diğeri Kurtuluş Savaşı’nı kazanan yeni Türk devletinin… Masanın üstünde bir yanımızla zayıf diğer yanımızla kuvvetliydik. Görevlendirilen heyetten beklenen açıktı: Bağımsızlığı ve egemenliği sağlamak. Diğer adıyla Misakı Milliyi gerçekleştirmek… Koşullar ağırdı. On yıllık savaştan çıkılmıştı. Türk ordusunun gücü sınırına yaklaşmıştı. Milletin dayanma gücü tükenmişti. Bir an ön
  “Büyük Savaş” kaçınılmaz mı? Geriye dönüp baktığımızda, her iki Dünya Savaşı’nın da küresel güç dengelerinin sarsıldığı ve artık sürdürülemez olduğu zaman dilimlerinin ardından yaşandığını görmekteyiz. Buradan hareketle bir üçüncüsü kapıda mı? Olgulara bakalım… Birinci Dünya Savaşı imparatorlukların sürdürülebilir olmaktan çıktığı, yeni enerji kaynağı olarak petrolün değer ve önem kazandığı bir ortamda; Almanya’nın kendisine sömürge aradığı koşullarda çıktı. Osmanlı İmparatorluğu iç ve dış dinamiklerin birleşmesiyle çöküş yaşamaktaydı. Dönemin süper gücü İngiltere önderliğindeki İtilaf Devletlerinin paylaşım hedefiydi. Bu nedenle Savaşın içinde Rusya’da yaşanan devrim anılan ülkeyi savaş dışında bıraktı. Sonuç olarak savaş, mevcut düzeni daha iyi sürdürebilmek isteyen İtilaf devletleriyle (aralarına daha sonra ABD de katıldı) kendine yeni hayat alanı arayan Almanya ve mevcut düzeni korumak isteyen ortakları arasındaydı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde ise ilkine benzer şekilde ku
  Sığınmacıları kaldıraca dönüştürmek Ülke zor bir süreçten geçiyor. Ekonomik durumun ağırlığı gün geçtikçe daha çok kendini hissettiriyor. Çözüm parlamenter sisteme dönüşte aranıyor. Bu doğru olsa da, tek başına bir sistem değişikliği çözüm olamaz. AKP’nin yarattığı sorunların tamamının gerisinde ve bugünkü ekonomik krizin ardında siyasi iktidarın ülkeyi parlamenter sisteme göre yönettiği yıllardaki adımları yatıyor: FETÖ’yü palazlandırması ve darbe girişimi, Suriye’de ABD ile rejim değiştirme gayreti içine girilmesi ve askeri operasyonlar, Açılım denemesi, özelleştirmeler, yatırım hataları, kutuplaştırma… Yeni sistemle, yukardaki sorunlara ek olarak milli egemenliğin merkezi olan Meclis de işlevsiz kılındı! Esasen sorunun geri planında kötü yönetim vardır ve mevcut “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” de bunda ek etken olmuştur. O halde sorunlar sadece bir sistem değişikliğiyle çözülebilir değildir. Sadece demokrasi söylemi yetmez; liyakat sahibi kadrolara ve tutarlı programlara

Cumhurbaşkanı'na 6 yıl önce Odatv'de yazdığım açık mektup: Hiçbir faydası olmamış. Durum daha da kötüye gitmiş...

Resim
  Cumhurbaşkanına açık mektup Sayın Cumhurbaşkanım, Ülkemiz yakın tarihin en sıkıntılı dönemini yaşıyor. Çevremiz ve hatta içimiz adeta yangın yeri. Bu yangının acil olarak söndürülmesi gerekiyor. Bunun için hepimize ağır sorumluluklar düşüyor. Ama en çok da size… Hayatı, bir anlamda, araba kullanmaya benzetirim. Hep önüme bakarım. Ama ara sıra dikiz aynasına da göz atmak kaydıyla… Yine öyle yapmak istiyorum. Önüme bakıyorum. ABD’nin FETÖ’yü darbeye ittiğini ve Türkiye’yi istediği gibi yönetmek istediğini görüyor ve kendimi doğal olarak sizin yanınızda konumlandırmak istiyorum. Ama dikiz aynasına göz attığımda, bir yandan BOP eş başkanlığınızı; diğer yandan jeopolitik derinlikten yoksun, öngörüsüz, ABD’ye koridor inşa etme olanağı sunan, 3 milyon vatandaşını beslemek zorunda kaldığımız harap edilmiş Suriye’yi görüyorum. Bulantı yaşıyorum… Önüme dönüyor ve FETÖ’yle mücadelenin eksiksiz yapılması gerektiğine ve bunun için sizinle birlikte olmanın zorunluluğuna odaklanıyorum. Dikiz aynası