Biz kimiz?
Biz kimiz?
Bizden
kastım bu ülkenin vatandaşları. Çocukluğumda, gençliğimde yaşamadığım bir
kavram uzunca bir süredir hepimizi meşgul ediyor: Kimlik!
Cumhuriyetin
çözdüğüne inandığımız ve cumhuriyetin öngördüğü gibi çözülmesi gereken
vatandaşlık kavramı özellikle 12 Eylül 1980 öncesinden başlayarak toplumumuzu
sardı, sarmaladı ve hepimizi bir sorun yumağına hapsetti.
Bunda, bir
yanda emperyalizmin başarısı, diğer yanda bir ulus devlet olarak kurulmuş
Türkiye Cumhuriyetinin siyasi elitinin ülkeyi ulus devlet gibi yönetmemesinin
etkisi büyük. Tabii cumhuriyet aydınlanmasının yeterince halkı sarıp
sarmalayamaması yanında; özellikle son dönemde AKP’nin ulus kimliğinin temeli
olan Türklük yerine Müslümanlığı ikame etme çabası etkin rol oynadı.
Cumhuriyette
vatandaşın kimliği Türk olarak belirlendi. 1924 Anayasası Md. 88’de, “Türkiye
ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur”
diye yazıldı. Yani vatandaşa ortak kimlik olarak Türk ismi verildi. Bunun
sebebini anlamak için Türklerin Orta Asya geçmişini, göçleri öncesi Anadolu’nun
yerleşik ya da göçebe halklarını, Selçuklu ve Osmanlı’yı kuran Türk boylarının tarihini,
Anadolu’nun özellikle son yüz yılını ve Milli Mücadele’yi anlamak lazım.
Türklük anayasaya ırk ve dine dayanmayan bir isim olarak girdi ama sıradan bir
isim değildir. Tarihin imbiğinden süzülmüştür. Kurtuluş Savaşını da Türk ordusu
kazanmıştır.
Türklük, bir
anlamda Türkçe konuşan herkesin ortak adı olmuştur, tarihi referansları vardır.
Batılılar, daha Osmanlı devleti kurulmadan bölgedeki Müslüman ahaliyi Türk,
Osmanlı ordusunu da Türk ordusu olarak nitelemiştir. Machiavelli’nin 1532’de
yayımlanan Prens adlı eserinde Türklere yer vermiştir. Batılılar bu coğrafyayı
Türkiye olarak adlandırmıştır.
Halkın ortak
dili Türkçe olmuştur. 1924 Anayasası ile birlikte “Türklük” etnik kökeni
ifade etmenin ötesine geçmiş, siyasi ve hukuki olarak kökeni ne olursa olsun
herkesin ortak kimliği olmuştur.
Öte yandan
herkesin doğuştan itibaren taşıdığı sıfatlar vardır; bunlar anayasayla, yasayla
değişmezler: Köken, din, mezhep vb. Bu topraklar yakın tarihte büyük bir
imparatorluğa sahne olmuş ve bu imparatorluktan bir ulus devlet doğmuştur. Farklı
birçok etnik kökenden insanı bünyesinde barındırmıştır. Kavimler kapısı
niteliği kazanan Anadolu’da kimsenin kendi kökenini yüzde yüz bilme imkânı
yoktur. Bu, ancak çok dar bir kesim için olabilir ve genetik çalışmaları
sonucunda ortaya konulabilir. Bunun bile ne kadar doğru sonuç verebileceği
tartışmalıdır. Ancak mesele bundan da ibaret değildir; yüzyıllardır kullanılan
bir dil vardır, insanların aidiyet duyguları vardır. Sonuç olarak kimliğimiz
konusunda ne olduğumuzdan öte ne hissettiğimiz tayin edici öneme sahiptir.
Bu
nedenledir ki Atatürk, Medeni Bilgiler kitabının millet bölümüne el yazısıyla, “Türkiye
cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir,” diye
yazmıştır. Yani cumhuriyeti kuran ve yaşatan halkı Türk milleti olarak
belirlemiştir. Bu süreç, devleti kuran ve herkesi kanun önünde eşit kılma
arayışı içindeki büyük adamın ulus inşa etme arayışını ifade etmektedir. Bu
yaklaşımın yeterince doğru kavranamaması bir yana, emperyalizm tarafından da sürekli
olarak kaşınmış ve giderek aşındırılmıştır. Emperyalizm ve onun hizmetinde
olanlar iki temel hata yapıyorlar: Birinci grup, kişileri etnik kökenine göre
tasnif edip farklı farklı “halklar” inşa etmeye çalışıyor; amaç ülkeyi bölmek
ki ayrılıkçı Kürtlerin yaptığı budur. Ya da vatandaşlık kimliği olarak Türk
yerine Müslüman kimliğini ikame etmeye çalışıyor, AKP iktidarı bu arayışın kısa
tarihini içeriyor. Açılım sürecinden çıkardığı derslerle bu arayışından
vazgeçip geçmediğinden emin olamıyoruz zira laiklik yerine dinî vesayet inşa
sürecini hızlandırılmış olarak sürdürüyor. İkinci grup çok daha dar olmasına
rağmen siyasi Türk kimliğinin etnik Türk kimliği olarak kabul edilmesini
dayatma eğilimi taşıyor. Her ikisi de Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine
aykırıdır.
Ülkemiz,
yıllarca yetersiz siyasi -bazen askeri- ellerde, özüyle bağlantısından kopuk bir
cumhuriyet ve demokrasi anlayışına rağmen farklı kimlikleri bir arada ama tek
bir kimlik altında yaşatma becerisi gösterse de özellikle son yıllarda köken,
mezhep gibi fay hatlarını derinleştirmek suretiyle dış sömürüye açık bir iç
kutuplaşmaya sürüklenmiştir.
Cumhuriyetin
kederde ve tasada herkesi ortak kılma arayışının yerini, maalesef, insanları
etnik kimlikler, mezhepler üzerinden ayrıştırarak avundurma gayreti almıştır.
Tarikatları meşrulaştırmak ve devletin himayesine mazhar sivil toplum örgütleri(!)
olarak benimsetmek de bu gayretin ayrılmaz parçasını oluşturmaktadır.
AKP’nin
seçim yenilgisine rağmen gündeme getireceği açık olan yeni anayasa arayışının
geri planında Türk kimliğinin, laikliğin ortadan kaldırılması ve de Erdoğan’ın
yeniden seçilmesini sağlama arayışı olacak ve maalesef gündemi meşgul
edecektir. Ayrılıkçı Kürt hareketinden kaynaklı terörün, bazı kimlik
düzenlemeleriyle çözülebileceğine ilişkin yaygın görüşün muhalefet saflarında
da alıcı bulması halinde, halkın yeni anayasa tuzağına düşme olasılığı vardır.
Cumhuriyeti çözülmeye götürecek bu tür adımlara karşı uyanık olmak zorunludur.
Bu
fikirlerimi geniş olarak Vesayet Savaşları ve Yeniden Atatürk kitaplarımda açıkladım.
Ayrıca bir yazı yazmamın sebebine gelince…
Bu sebep
çokludur: Hem yeniden gündeme gelmesi olası büyük bir tehlikeye dikkat çekmek
hem kökenime ilişkin olarak sahip olduğum bilgileri yazıya dökerek kimi
yaftalama heveslilerine dur demektir.
Peki, ben kimim?
Hayatımda
hiç kimsenin ne etnik kökeniyle, ne mezhebiyle ilgili bir arayış içine
girmedim. Bunun birkaç sebebi var. İlki yetiştiğim ortamdan kaynaklıdır. Ailem,
askeri okul eğitimim, TSK’deki görev safahatım her türden ayrımcılığa karşı
duruşu gerekli kılmıştır. İkincisi cumhuriyeti içselleştirmemden kaynaklıdır.
Sünnilik-Alevilik
hakkında çocukluğumdan gelen bir bilgiye sahip değilim. Memleketim olan
Bahçe’de (Adana, şimdilerde Osmaniye’nin ilçesi) Galip amcaya halk arasında
tavşan eti üzerinden şaka yapılması ve onun da buna verdiği küfürlü karşılığa
hemen herkesin gülmesini yıllar sonra onun Alevi olduğuna atfetmemin sebebini
hâlâ bulabilmiş değilim. Oysa Galip amcanın Alevi olmadığını değerli büyüğüm
Mahmut Cengiz Acar ile bir süre önce yaptığım görüşmeden öğrendim. Bahçe halkı
Türkmen ve Sünni bir dokuya sahipti. Bir geçit özelliği taşıdığı için bunun
bilinçli bir iskân politikasının parçası olduğu açıktır.
Kahramanmaraş’ta
1978 yılı aralık ayı sonunda bir felaket yaşandı. İslahiye’de görevliydim.
Görevli olduğum tabur olayların bastırılmasında görev alınca, konunun ne
olduğunu, halk arasında Alevi-Sünni ayrımcılığının yaşadığını hatta devletin de
kısmen taraf tuttuğunu anlamış bulundum. Şehirde Alevi kökenli vatandaşların
bir kısmı büyük zulüm gördü.
12 Eylül’e
doğru gidilmekteydi. Olayların başlangıcında emniyet, jandarma birimleri yanı
sıra Kahramanmaraş’ta konuşlu bulanan piyade taburunun neden olaylara geç
müdahale ederek büyümesine fırsat verdikleri açıklığa kavuşturulamamıştır.
1980
öncesinden başlayarak Kürtçülük meselesinin de başka bir toplumsal fay hattı
olduğunu yaşayarak öğrendim.
İnsanın
yaşayarak öğrendikleri tarih kitaplarından öğrendiklerinden farklı etki
bırakıyor. Cumhuriyet değerlerinden uzaklaşmanın ülkeye nelere mal olacağını
1980 öncesi ve sonrasında edindiğim deneyimle öğrendim.
Babamı 1984
yılında kaybettim. 1978 -1983 yılları arasında aile tarihimizle ilgili o güne
kadar hiç merak etmediğim sorular sordum. Annemi ise geçen yıl kaybettim.
Onunla da son birkaç sene içinde bu konular üzerinde konuştuk. Bugün itibariyle
benim bildiklerim onların bana anlattıklarından ibarettir. Birazdan
anlatacağım. Ama önce başıma gelenleri sıralamalıyım.
FETÖ’cülerin
yargısız infaz yaptıkları, kanıtsız suçlamalarla masum subayları yaftaladıkları
ve keyiflerince yargıladıkları dönemde Balyoz davası dolayısıyla hapisteydim.
Subaylık vasıflarını çok beğendiğim bir subayımızı da İzmir Casusluk dosyasına
dâhil etmişlerdi. FETÖ’cüler benim söz konusu arkadaşı koruduğumu iddia etmekle
yetinmemiş ve hakkımda, “Alevi olduğunu gizlemiyor ama Ermeni
olduğunu gizliyor,” diye yazmışlar! Bu olayı ve subay arkadaşımın anne
veya baba tarafından Alevi olduğunu da hapisten çıktıktan sonra öğrendim.
Aynı
tarihlerde yani 2014 yazında küçük oğlumuz evlendi. Düğün töreni Büyükada’da
yapıldı. Yalçın Küçük sadece bu düğünün yerini referans alarak “Sabetayist”
olduğuma hükmetmişti!
Bir süre önce
de, bir operasyon çocuğu, Alevi hatta Nusayri olduğumu ve de bunu
gizlediğimi iddia etti. Yeni bir sıfatım olduğunu, Arap Alevi’si olduğumu da
öğrenmiş oldum!
Babasının ve
oğlunun adı Selim, soyadı Yavuz olan bir adama Alevi demek herhalde en azından
yeterli akli muhakeme eksikliğine işaret etse de, “kimliğini gizleyen bir general” olarak
kasıtlı bir itibarsızlaştırma amacına yönelik olduğu açıktır.
Bunun üzere kimliğimin
Türk ve Sünni olduğunu yazdım. Bununla övündüğümü de belirttim. Tabii
Alevi/Nusayri olsaydım bununla övüneceğimi de ekledim. İnsanlar doğuştan
kazandıkları sıfatlarıyla ancak övünebilirler. Ancak esas övünmeleri gereken
doğuştan gelen sıfatları değil adamlıkları olmalıdır. Adam ifadesini
kadın-erkek ayrımı yapmadan kullandığımın altını çizmeliyim.
Türklük ülkemin
bana verdiği isimdir. Hepimizin ortak kimliğidir. Başımızın üstündedir. Sıfatlarımız
da omuzlarımızın üzerindedir. Aradaki fark budur.
Aile kökümüz
Babamın
babası Edip Bey, 1850’lerde, günümüzde İsrail sınırları içinde kalan Derşeref
köyüne iskân edilen bir Türkmen ailesinde hayata gözlerini açmıştır. 1895
yılında yüzbaşı rütbesinde (Redif subayı olarak yani olağanüstü durumlarda,
savaş halinde orduda görev alan yedek askerler), Şam’da tabur komutanı iken
Zeytun (Kahramanmaraş sınırları içinde) Ermeni ayaklanmasının bastırılmasında
görev almıştır. Oradaki görevi bitince Bahçe, Hasanbeyli, Haruniye bölgelerinde
(Osmaniye sınırları içinde) asayiş görevlerinde bulunmuştur. Kendisi evli ve
çocukları olmasına rağmen, Bahçe jandarma komutanının kızı Melek hanımla
(babaannem Türk kökenlidir) ikinci evliliğini yapmıştır. Daha sonra aldığı
emirle İskenderun’da taburunu lağvetmiş ve Şam’a dönmüştür. Dedem vefat edince
babaannem iki oğlunu da yanına alarak Bahçe’ye dönmüştür (İkinci Meşrutiyet
yıllarında).
Soyadı
kanunu çıkınca babam Yavuz Sultan Selim hayranlığından dolayı Yavuz
soyadını almıştır. Adı Mehmet Selim Yavuz’dur. Ağabeyi Necip amcam ise,
“bizim
kökenimiz Türk’tür” diyerek “Bozkurt” soyadını almıştır.
Edip dedemin
ilk eşinin Türk mü, Arap mı, yoksa başka bir kökenden mi olduğu bilgisine sahip
değilim. İlk eşten olanların Ürdün’de yerleşik Türk kökenli zengin bir aileye
mensup oldukları bilinmektedir. Henüz 5 yaşındayken Ürdün’den Londra’ya tatile
giden öğretmen bir karı-kocanın hem giderken hem de dönerken Bahçe’ye uğradıklarını
ve babama “amca” dediklerini hatırlıyorum. Dönüşlerinde değerli hediyeler
getirmişlerdi. Belki de ilk gördüğüm otomobil onlarınkiydi ve yeşil renkliydi. Babam
rüştiye mezunu ve dinî eğitimi de olduğu için onlarla çat-pat da olsa
anlaşabiliyordu.
Babamın ilk
eşi ablalarımızın annesi rahmetli Bedriye annemiz de Türk kökenli ve Sünni bir
ailenin mensubuydu.
Esasen o
dönemde Bahçe’de sosyolojik olarak Sünni ve Türkmen bir yapı vardı. Şehrin
çocukluğumuzdaki tek camii Selçuklu döneminden kalmaydı ancak yıllar önce kötü
bir şekilde restore edilmiş, son depremde de yıkılmıştır.
Annem Hatice
Yavuz’a gelince…
Babamın
ikinci eşidir. Adana ili, Bahçe ilçesi, Haruniye beldesi, Bostanlar köyünde (Şimdi
Osmaniye ili Düziçi ilçesine bağlı) doğmuştur. Annesi Elif nenemiz Düziçi’nin
Kurtlar köyünde doğmuş, annemden sonraki çocuğunun doğumu esnasında bebeğiyle
birlikte ölmüş; henüz genç bir kız iken babası Ahmet Beyaz da vefat etmiştir.
Annemin baba
tarafı halen Düziçi’nde yaşamaktadır. Soyadları Beyaz’dır. Halk arasında Pirolar
olarak bilinmektedir. Bu lakabın, Maraş veya Antep bölgesinden Bostanlar köyüne
gelen ve Sünni bir ailenin kızıyla evlenen annemin büyükbabası İbrahim dedenin
Alevi kökeninden geldiği söylenmektedir. İbrahim dedenin Alevi kimliğini
gizlemesi sayesinde evliliğini gerçekleştirebildiği hikâye edilmektedir. Bu
nedenle aile Sünni yaşam tarzını sürdürmektedir. Bu bilgilere birkaç sene önce
ulaştığımı belirtmeliyim.
Annemin baba
tarafının Türkmen kökenli olduğunu biliyoruz. Anne tarafını çok iyi bilmiyor
olsam da annemin tipik bir şekilde Kırgızları andıran yüz yapısı olması
kökenine işaret etmektedir. Sünni oldukları ise açıktır.
Eşim Lütfiye
Yavuz da Türk kökenli ve Sünni bir aileye mensuptur. Benim gibi Bahçe doğumlu
olan kayınvalidem Gülseren (Çetin) Emir, Antakya doğumlu olan babası Şükrü Emir
hayatlarını İskenderun’da birleştirmişler ve iki kızları olmuştur.
Küçük
oğlumuz Çetin Mert, Kuleli Askeri Lisesi’nden itibaren birlikte okuduğum sınıf
arkadaşımın büyük kızları Ekin Ertemiz ile evlidir. Ertemiz ailesinin Alevi
olduklarını evliliklerinden sonra öğrendim. Torunumuz Can Deniz’in annesi
ailemizin kıymetlisidir.
Çocukluk
yıllarımızda saygın kavram vatandaş/yurttaş idi. Kimsenin kökeni bir üstünlük
veya eksiklik vasıtası değildi. Sınav kazanmak esastı. Eski Türkiye
cumhuriyetti ve eşitlerin ülkesiydi; yeni Türkiye demokrasi masalıyla avutan ve
avutulan, iç barışı devleti yönetenlerce tahribe maruz bırakılmıştır. Özellikle
milyonlarca sığınmacıya gönüllü ev sahipliğinden sonra bu durum daha da
zorlaşmıştır.
Cumhuriyeti
temel değerleriyle yeniden donatarak ayakları üzerine dikemediğimiz takdirde
yaşamsal bir tehlike beka sorununa dönüşebilir. Bu yüzden ilk yapılacak iş,
etnikçi yaklaşımlara dur diyerek ulus devlet yapısının temel taşı olan siyasi
Türk kimliğine sıkıca sahip çıkmak ve sözde demokratik anayasa arayışı tuzağına
düşmemektir. Parlamenter sisteme dönüş için de uygun zamanı beklemek gerekir.
Sıfatlarımız
değerli ve saygındır, omuzlarımız üzerinde taşınmalıdır ama başımız üzerinde
taşımamız gereken ortak kimliğimiz olan Türk kimliğimizdir.
Güvenlik-refah-özgürlük
bileşkesi olan bekamız önemli ölçüde buna bağlıdır.
Atatürk’ün “Yurtta
barış, dünyada barış” ve “Esas olan iç cephedir” ifadelerinin değerini yeniden anlamalı; “Ne
mutlu Türk’üm diyene!” sözünün kıymetinin bilincinde olmalıyız.
Şahsen Türk
ve Sünni bir Müslüman’ım. Eğer farklı bir köken ve mezhepten olsaydım, bundan
onur duyardım. Ama duyacağım onur, Türk olmaktan duyduğum onurdan daha ileri
gitmezdi. Onurlu bir insan olarak yaşama yolculuğunun dışında kalmamak
koşuluyla…
Ahmet Yavuz
Sayın Paşam, futboldan siyasete kadar her türlü kumpas davasının faili olmuş bir operasyon çocuğunu ciddiye almaya değmez. Maalesef belli güç odakları tarafından korunup kollanan bu operasyon çocuğu hiç utanmadan sıkılmadan etrafa rahatça saldırabiliyor, kimse de ne idüğü belirsiz bu adama dur diyemiyor.
YanıtlaSil