Lozan'ın başarı ölçütü ve günümüzün asli görevi
Lozan'ın başarı ölçütü ve günümüzün asli görevi
Lozan
Konferansının üzerinden 101 yıl geçti. Antlaşmaya ilişkin her şey açıklığa
kavuştu. Nihayet merdiven altı gerici eğitimin dayanaklarından biri daha çöktü
ama zihinler berraklaştı mı, bilinmez…
Lozan, iki
savaşın diplomatik boyutta hesaplaşma arenasıydı. İlki Birinci Dünya Savaşı’nın
mağlubu Osmanlı’nın; diğeri Milli Mücadele’yi zafere ulaştıran ve kurulmakta
olan yeni Türk devletinin…
Masada iki
yanımızdan biri zayıf, diğeri kuvvetliydi. Görevlendirilen heyetten beklenen
açıktı: Bağımsızlığı ve egemenliği
sağlamak. Maksat açıktı: Misakı Milliyi gerçekleştirmek… İki konuda taviz
verilmeyecekti: Kapitülasyon istekleri ve Ermenilerin toprak talepleri.
On yıllık
savaştan çıkılmıştı. Ülke harap haldeydi. Türk ordusunun gücü sınırına yaklaşmıştı.
Vatandaşın dayanma gücü tükenmişti. Bir an önce barış yapmak, halkın yaralarını
sarmak en öncelikli görevdi… Ülkenin en gelişmiş bölgesi olan Ege, üç yıldır
işgalin ardından geri çekilen Yunan ordusu artıklarınca yakılıp yıkılmıştı.
Sovyetler yanımızdaydı
ancak kendi çıkarları gereği Boğazlar rejimiyle yakından ilgiliydiler. Geri
kalan herkes karşımızdaydı. ABD’yi tarafsızlaştırılma gayretlerinin başarılı
olduğu söylenemezdi. Vilson prensiplerinin tatbiki bir anlamda heyetimize alan
açmakta ise de heyet oldukça zor bir görevle karşı karşıyaydı.
İtilaf
devletleri gemileri Ege’de ve Marmara’da demirli; Yunan ordusu Meriç batısında
savaş hazırlığı içindeydi.
Diğer bir
zorluk da Büyük Millet Meclisi’ndeki havadan kaynaklıydı.
Özellikle 2.
Grup mensuplarının eleştirileri Musul konusunda yoğunlaşıyordu. Büyük Taarruz
öncesi Türk Ordusunun taarruz gücü olmadığı gerekçesiyle barış yapılmasını
talep edenler, o koşullarda Musul için savaş istiyorlardı! Bir anlamda imkânsız
isteniyordu çünkü bunu sağlayacak askeri güç yoktu. Olan kullanılsa ve Musul
elde edilse bile sonrasına ilişkin kaygılar büyüktü zira ülkenin bir an evvel yeniden
inşasına girişilme zorunluluğu vardı, halkın yaraları sarılmalıydı.
Mustafa
Kemal Paşa henüz Yunan ordusu denize dökülmeden 7 Eylül 1922’de Musul’a taarruz
hazırlığı emri vermişti. Lozan Konferansı sürerken bölgeye kuvvet kaydırılmak
istenmiş ancak bir süredir bölgede görev yapan Özdemir Bey müfrezesiyle
yetinilmişti. Bu yetersiz kuvvet giriştiği askeri harekâtta başarı sağlayamadı,
Revandiz’de yenildi, Nisan 1923’te İran’a sığındı. İranlılar müteakip mayıs
ayında müfrezeyi Türkiye’ye teslim ettiler.
Sonuç olarak
Kasım 1922’de başlayan, Şubat 1923’te ara verilen konferans Nisan’da tekrar toplandı
ve 24 Temmuz 1923’te anlaşmayla sonuçlandı.
İki konuda
tam başarı sağlanamadı: Musul ve Boğazlar rejimi.
Konferansta
çözüme bağlanamayan Musul meselesi Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Bölge lafzen
Misakı Milli sınırları içinde, fiilen dışındaydı. Esasen Mustafa Kemal’in
Ankara’da hazırladığı Misakı Millide nitelediği sınır hattı ile 28 Ocak 1920’de
İstanbul’da Osmanlı Meclisi Mebusanında kabul edilen hat arasında fark vardı.
Mustafa
Kemal’e göre, Musul iki nedenle önemli ve değerliydi: Petrol ve Kürtlerin
tamamının Türkiye sınırları içinde kalması gerekliliği. Kürtlerin farklı
ülkelere bölünmesinden doğabilecek sorunları öngörmüştü (Atatürk’ün Bütün
Eserleri, Cilt 14, s. 269). Sorunun Türkiye lehine çözümü için elinden geleni
yaptı ama o koşullarda ötesi mümkün değildi. İngilizler lehine olacak şekilde
ulaşılan sonuç günümüzde yaşanan bölgesel sorunların da kaynağını oluşturmaktadır.
Boğazlar
konusunda ise tam egemenlik ancak 1936 Montrö Sözleşmesiyle sağlanabildi ki
sözleşmenin önemi günümüzde Rusya-Ukrayna savaşıyla çok daha iyi anlaşıldı.
Hatay’ın
anavatana katılmasıyla Misakı Milli Musul hariç gerçekleştirilmiş oldu. Atatürk
ve İnönü’yü Musul üzerinden acımasızca eleştirenler, izledikleri şuursuz Suriye
politikasıyla Hatay ve çevresine ilişkin jeopolitik risklere kapı araladılar.
Hatta ulusal kimliği tehlikeye düşürebilecek ölçüde demografik yapının
bozulmasına kapı araladılar!
Türkiye için
konferansın başarı ölçütü, “bağımsızlığı ve egemenliği” tam
olarak sağlamış olmaktı. Zafer bu noktadadır.
Lozan
Türkiye’nin tapusudur; ülkenin üniter yapısının temel taşı olan siyasi ve
hukuki Türk kimliğinin ve o kimlik altındaki vatandaşı özgür ve eşit kılan
cumhuriyet laikliğinin devamıyla ilelebet garanti altına alınabilir. Günümüzün
asli görevi…
Ahmet Yavuz,
24 Haziran 2024, Le Monde Diplomatique Türkçe, Temmuz 2024 sayısında
yayımlandı.
Kaleminize sağlık sayın paşam.
YanıtlaSilDaha öncede bu köyde diyarbakır merkezde yaşayan 9 yaşında 1 çocuğun cesedi bulunuyor, narinin kardeşi ve kuzenleri aynı şekilde ölüyorlar ve köylülede saçma bir zenginlik söz konusu porche jeepler lüks araçlar var şuanki fiyatları göz önunde bulundurursak aşırı bir para gerekiyor bu araçlara binmek için. benim tahminim bu köy büyü ile uğraşan ve karanlık tarafa ritüel ile kurban vererek zenginLİK oluyorlar. zaten sonradan Narinin cenazesini alan şahıs sürekli namaz kıldığını ifadesinde geçiriyor ve radikal cihatçı örgütlerin bayraklarının önünde resimleri hemen basına verildi adam ters psikoloji yapıyor aklınca belki bir Sure oku deseler okuyamayacaktır ,ve ailenin avukatı zaten şeytana kurban verilen cinayetlerde karşımıza çıkan avukat, avukat Narinin katilnii bile cinayet delilini yok eden olarak ifade ediyor babayıda aklama peşinde yani asıl ağır taş baba olduğunu tahmın edıyorum olayın aniden geliştiğini savunuyor nerdeyse kendı kendıne ölmüş diyecek ayrıca bu avukat galatasarayın yönetim kurulunda paraya ihtiyacı filan yok böylesi kritik bir davada ne işi var? belkide herkesin merak ettiği üst akıl odur araştırılması gerekir. bu davayı hakkıyla aydınlığa çıkaran cennetliktir bu kadar söyleyeyim ve bi tahminimi daha söyleyeyim avukat ilerleyen süreçte davayı bile bırakabilir çünkü insanların uyandığını fark edebilir ve çeşitli nedenler sunarak sağlık vs. davadan elini çekebilir avukat davadan çekildiği an aydınlık karanlığı yenmiş demektir Allahın izniyle.
YanıtlaSil